Sabah çantaları bırakıp şehirden 20km uzakta olan Güllük Tabiat Parkı içerisindeki Termessos antik kentine doğru yola çıktım. Yolda bir benzin istasyonunda durup telefonu kontrol ederken, şirketin verdiği telefonu betona düşürüp ekranının kırılmasına sebep oldum, artık telefon kullanılamaz durumda. Neyse ki 2. telefonumun şarjı var, navigasyona onunla devam ettim. Milli parka girdikten sonra, bir kaç km dar ve virajlı bir yoldan tırmanış ile milli parkın piknik alanlarından birine geliniyor. Burada otopark, bir kaç tahta piknik masası var, WC var. Bu noktadan sonra Termessos antik kentine ulaşmak için yaklaşık 30 dakikalık zorlu bir dağ yürüyüşü var. Dik ve yeşilliklerle dolu bir patikadan yürünüyor, ara ara dinlenmek için banklar var. Yol boyunca antik kentin giriş yapılarını, şehir duvarlarını görmek mümkün.
Termessos’a ulaşmak zor olsa da, ulaşınca görülecek manzara bence nefes kesici. Çok büyük olmayan kentin kısmı ayakta duran tiyatrosunun manzarası süper. Kentte tiyatro dışında sağlam kalmış yapı sayısı fazla değil, sarnicların bir kısmı, hamamların sütunları, surların parçaları görülebiliyor. Antik zamanlarda insanların bu doğa şartlarında yaşadığı ve bir kent kurduklarını düşünmek garip geliyor. Yaşam o zamanlar çok zor olsa gerek.
Kentten iniş çıkışa göre çok kısa sürüyor elbette, piknik masalarına inip dinlenip Antalya merkeze geri dönerken saat erken olduğu için Perge ‘ye gitmeye karar verdim. Perge düz bir alanda kurulu olduğu için gezmesinin daha kolay olmasını bekliyorum ama hava sıcaklığı sebebiyle çok kolay olmayacak gibiydi. Üstüne bir de taşınabilir bataryaları geceden şarj etmemem sonucu fotoğraf çekmekte kullandığım telefonumu şarj edemeyip fotoğraf makinasız kalmam eklenince Perge gezisi biraz yarım/öksüz kaldı.
Perge kentinde stadyumun restorasyonu devam ediyordu, bir kısmını görmek mümkün oldu yine de. Tiyatrosu yolun diğer kısmında kalıyor, onu da gezme fırsatım oldu. Perge kentindeki tapınağın sütunları hala ayakta ve çok güzel görünüyor. Uzun sütunlu caddesi, caddenin başındaki kule benzeri yapı, hamam kalıntıları gezmeye değer. Özellikle sütunlu cadde etkileyici.
Telefonumun şarjı bittiği ve navigasyonum olmadığı için Antalya merkeze sadece tabelalara güvenerek ulaşabildim. Kaleiçi’ndeki bir zincir kahve dükkanında telefonu bir süre şarj edebildim ve kaldığım yeri işaretledim ancak yolda şarjim yine bitti tabii ki. Bu arada Konyaaltı’na giderken yolda yağmura yakalandım, yağmurlukları da kaldığım yerde bıraktığım için bir benzin istasyonuna sığındım, yanındaki bir zincir fast-food dükkanında da karnımı doyurdum böylece bir taşla iki kuş vurdum Yağmur dinince otelin etrafındaki önemli binaları, detayları hatırladığım için yön bulma duyguma da güvenip yola çıktım ve kaldığım yeri buldum, kendimi gerçekten kutladım
Sabah kahvaltı sonrası çantaları tekrar yükleyip (bunu 10 gün boyunca her sabah yaptım, tam bir amelelik) bir sonraki hedefim olan Phaselis’e yola çıktım. Phaselis antik kenti, Kemer-Tekirova arasında sahilde milli park içerisinde. Antik kentin içerisinden denize girilebiliyor. Binlerce yıl önce şehrin limanı olarak kullanılan koylarda insanlar bugün güneşlenip denize giriyor. Phaselis küçük bir kent olduğu için gezmek uzun sürmedi. Tiyatro, kente içme suyu sağlayan şu kemerleri, ana caddesi, cadde üzerindeki hamam ve dükkanları belirgin bir şekilde duruyor. Bu arada antik kente otobüslerle çok sayıda Rus turist kafilesi gelince kalabalıktan kaçtım.
İstikamet Kumluca, Tekirova’dan itibaren yokuş aşağı saldım kendimi. Normalde planım geceyi Kumluca’da geçirmekti, bu yüzden gelmişken Kumluca’nın kuzeyindeki tepelerdeki ismi pek bilinmeyen Rhodiapolis antik kentini de gezmeye yola çıkıyorum. Kumluca’dan sadece 5 km uzakta olan tepedeki kente çıkmak için virajlı bir asfalttan devam ettim. Rhodiapolis bir tarafı ormanlara bakan bir tepede kurulu biraz unutulmuş, yalnız bir kent. Öyle ki girişindeki güvenlik binalarında bile kimse yok. Girişte sadece bir araç vardı onun da sürücüsü ortalıkta yoktu. Gezdiğim saatlerde benden başka kenti gezen sadece bir kişi gördüm.
Kentte ayakta kalmış yapı sayısı çok az. Geçtiğimiz yıllarda oluşan orman yangınlarından da nasibini almış. Küçük bir tiyatrosu var ve restorasyon görmüş. Hamam ve tapınak yapılarından çok fazla bir şey anlaşılmıyor maalesef.
Yolda fikir değiştirip Kumluca’da kalmaktan vazgeçip yolumu Demre’ye uzattım, çünkü bir sonraki hedefim Demre’de. Aradaki mesafe de 50km kadar kısa bir mesafe olunca ver elini Noel Baba.
Kumluca – Demre yolunun Finike-Demre arası inanılmaz güzel manzaralı ama bir o kadar da virajlı bir yol. Asfalt kalitesi de iyi olunca tüm araçlar normalden hızlı gidiyor. Yorucu bir sürüş sebebiyle yol kenarında harika manzaralı şirin bir cafede mola verip, çay ve puro keyfi yaptım.
Demre’ye girerken öğretmenevi tabelası gördüm, sahilde yazıyordu şansımı denemeye karar verdim. Navigasyon ve tarifle yerini buldum, gerçekten de yeri güzel, deniz manzaralı ancak yer yokmuş kalamadım. Şehir merkezine dönerken geçtiğim yolda bungalovlar görüp kalacak yer sordum. Fiyatı görece yüksek olmasına rağmen 1 gece kalmaya karar verdim. Bungalovların odaları inanılmaz zevkli bir şekilde tasarlanmış, çölde bir vaha gibi. Akşam yemeğini de bungalov otelde yedim, bira keyfi de yaptım.
Çok rahat bir uyku sonrası sabah erken kalkıp kahvaltı sonrası Myra antik kentini ziyaret etmeye gittim, şehir merkezine çok yakın ve gezmesi kolay, küçük ama etkileyici bir kent. Girişten itibaren kayalara oyulmuş mezarlar büyüleyici bir görüntü veriyor. Mezarların yanıbaşında da tiyatrosu var.
Demre’ye gelmişken Noel Baba kilisesi olarak bilinen ve Ortodoks Hristiyanların en bilinen azizine adanmış olan St. Nicholas kilisesini ziyaret ettim. Rus turist kafilelerinin çok ziyaret ettiği bir kilise olduğu için güvenlik yüksek düzeyde ve girişte polis kontrolü vardı. Kilise mimarisi, duvarlardaki ikonalar, mermer lahitler ile iyi tasarlanmış bir yapı. Kilise içerisinde dindar Rus turistler St. Nicholas’ın öldüğü düşünülen bir lahitin önünde dua edip fotoğraf çektiriyorlardı bu sebeple lahitin olduğu koridorda uzun bir süre oluşuyordu. Yoğun kalabalıktan rahatsız olup kiliseyi gezmeyi bitirdim.
Kiliseden sonra yolumun üzerinde olan Likya Uygarlıkları Müzesi’ne doğru yola çıktım. Gittiğimde müze binasının aslında Andriake antik kentinin restore edilmiş olan tahıl ambarı (Granarıum) binası olduğunu öğrendim. Önce antik kenti baştan başa dolaştım, sonra müzeyi gezdim. Andriake antik kenti aslında Myra kentinin limanıymış ancak daha sonra Myros nehrinin dağlardan limana getirdiği alüvyonlar sebebiyle kullanılmaz hale gelmiş ve batalıklığa dönüşmüş. Kentin şu sarnici da restore edilmiş ve içerisi ışıklandırılmış. Ayrıca limanda antik zamanlarda deniz ticareti amaçlı kullanılmış bir gemi kopyası da var, zamanın gemilerinin yapısı hakkında fikir veriyor, içi gezilebiliyor ki zaten 2-3 m2 bir kamarası ve amfora koyulabilen gövdesi var
Müze binası ise restore edildikten sonra müze haline dönüştürülmüş ve çok güzel tasarlanmış. Işıklandırmalar, ses ve video gösterimleri var. Her oda ayrı bir şehir ve konseptle anlatılmış, konsepte ait bulunmuş eserler sergileniyor. Bilgilendirme panoları da çok güzel yazılmış ve bana göre bilgiler oldukça değerli. Odalardan bir tanesinde limana yaklaşan bir gemi simülasyonu içine bile dahil olabiliyorsunuz.
Andriake antik kentini gezdikten sonra Kaş’a giderken görmeden geçmemek için Ucağız (Kekova) yoluna girdim ama yol biraz pütürlü, zıplaya zıplaya gittim. Ucağız Kekova tekne gezilerinin başlangıcı sayılabilir bu nedenle küçük bir köyken şimdi yerli veya yabancı turist akınına uğrayan bir yer. Deniz kenarında gezip oturacak kafe ararken deniz kıyısından görünen kaya mezarlarını farkettim. Haritada dahi görünmeyen bu antik kentin adı Talmussa imiş. Limanın en ucundaki evin kenarından yapılan geçişle taşların ve dikenlerin arasından kaya mezarlarının olduğu bölgeye gittim. Bu küçük antik kent Ucağız’ın gölgesinde kalmış, bakımsız ve kendi haline bırakılmış, öyle ki kaya mezarlarının hemen yanındaki antik hamam gibi bir yapının duvarları otopark gölgeliği olmuş. Ne de olsa bizim ülkemizde otomobiller tarihten daha değerli.
Bir kaç fotoğraf çekip mola verdim, keçi sütünden olduğu yazan ama bence çok bir farkı olmayan kalitesiz bir dondurma yedim sonra da yine köy yollarından Demre-Kaş yoluna (D400) çıktım. Kaş’a giderken harika manzaralar var, Kaş’tan önceki son virajda bir seyir terası var, hemen oraya yanaşıp bir kaç fotoğraf çektim.
Kaş’a girer girmez bir kaos hissettim. Her yer otomobil, büyükşehirden farkı yok. Park etmeye çalışanlar, sürekli yön tabelaları, lüks araçlar, kalabalık, gürültü. Haritada pansiyon ararken Antiphellos antik kentinin çok yakınında olduğunu farkedip gezmeye karar verdim. Antiphellos Kaş’a bir kaç km ötedeki Phellos kentinin limanı durumundaymış. (Phellos -> Dağlık arazi, AntiPhellos -> Dağlık olmayan arazi) Kent Kaş’ın içinde kalmış, restore edilmiş, denize bakan bir antik tiyatrodan ibaret, başka bir yapı da kalmamış. Restorasyonun da antik kent ruhunu hissettirdiğini söyleyemem.
Bu ruhsuzlukla ve Kaş’ın kaosuyla karşılaşınca Kaş’ta kalmaktan vazgeçip yoluma devam etmeye ve bir sonraki hedefim olan Xanthos’a gitmeye karar verdim.
Be First to Comment