- Gün – Konya
Kahvaltıyı otelde yaptıktan sonra yakınlardaki Sille köyünü gezip merkeze dönerek gezilecek yerleri gezmeye karar verdim.
Sille, Selçuklu ilçesine bağlı, Konya merkeze yaklaşık 10km uzakta, 5000 yıllık tarihi olan bir köy. Turistik bir yer haline geldiği için muhtemelen diğer köy yollarından daha bakımlı durumda. Konya merkezden minibüslerle de ulaşım var. Bir derenin kenarına kurulmuş restoran ve kahvaltı mekanları dolmuş. Köy içerisinden geçip mezarlığın olduğu otoparka kadar gittim, hedefim Şeytan Köprüsü. Köprü ilk başta yoldan görünmüyor, yolun alt kısımlarındaki taş/toprak/kaya oluşumları ile aynı ton renklerde.
Motosikleti otoparka bırakırken mezarlığın giriş kapısında “Zaman Müzesi” tabelasını görünce, sıcaktan biraz kurtulayım diyerek müzeye yürüdüm. Müze, mezarlığın alt kısmında köye bakan bir yamaçta kurulu “Süt Şapeli” de denen eski bir şapel binasında hizmet veriyor. Süt Şapeli denmesinin sebebi de o dönemlerde çoçuğu olan kadınların sütleri kesilmesin diye gelip dua etmesindenmiş. Mezarlık ise çok daha eski, Selçuklu döneminden kalma mezarlar olduğu söyleniyor. Bazı mezar taşları oldukça eski. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’nın ilk ortopedi hastanesi ve yapay uzuv üretim yeri olarak kullanılmış, savaştan sonra ise 1924’teki nüfus mübadelesine kadar tekrar şapel olarak bölgedeki Hristiyan topluluğa hizmet etmiş, mübadele sonrasında ise atıl kalmış.
Şapel oldukça küçük, yaklaşık 30-35m2 civarında bir odası var ve bu odada adına yaraşır şekilde çeşitli tarihlerden saat, usturlap, astronomi çizelgeleri var. Küçük olsa da çok güzel ve ilginç bir müze. Ben gezerken orada bulunan görevli, bana tüm sergilenen eserleri tek tek anlattı, bilgi verdi sağolsun.
Müze görevlisine Şeytan Köprüsü’ne gideceğimi söyleyince erişim için 2 yöntem anlattı. Birincisi köye inip sokaklardan birinden girip evlerin arasından yürüyerek köprünün olduğu vadiye ulaşmak, ikincisi motosikleti bıraktığım otoparkın tam karşısından karayolunu geçip bariyerlerden atlayarak tepeden aşağı inen patikadan vadiye seke seke inmek. Bana ikincisini tavsiye etti, ben de aynen dediği gibi yaptım. Bu bölgede kaya yüzeyleri kaygan ve yumuşak, o nedenle buna uygun ayakkabı seçmeli, ben motosiklet botları ile zorlandım açıkçası.
Şeytan Köprüsü aslında bir su kemeriymiş, yapım tekniğinden dolayı Osmanlı dönemi olduğu düşünülüyor. Sonraları yaya köprüsü olarak kullanılmış. Ben köprünün fotoğraflarını çekerken yakındaki evlerden yoğun bir biçimde köpek havlamaları geliyordu ve havlamalardan süs köpeği olmadıkları çok belliydi 🙂
Köprünün fotoğraflarını çekip etrafını gezdikten sonra köyün diğer yamaçlarından birindeki mağaraları gezmeye gittim. Motosikleti bir sonraki gezeceğim yer olan Agia Helenia Kilisesi’nin yanına bırakıp dar bir çıkmaz sokaktan yukarı tırmandım ve mağaralara ulaştım. Motosikletle de çıkılabilirmiş ama gereksiz aksiyon olurdu.
Erken Hristiyanlık dönemlerinde bu mağaralar önce mezar sonra ise mabet olarak kullanılmış. Daha sonraları ise cahil halk buraları tezek deposu, ahır vs olarak kullanmış, duvarlara adını, sevgilisinin adını yazmış, çöp atmış. Hala da atmaya devam ediyor tabii ki.
Mağaralardan inip dışarıdan oldukça görkemli görünen Agia Helenia Kilisesi’ne girdim, giriş ücretsiz. Bu kilise dönemin Bizans imparatorunun annesi Helenia tarafından yaptırılmış. Haçlı seferleri sırasında bölgeden geçerken Hristiyan halkın mağaralarda dua ettiğini görünce kilise yapılması için para vermiş, öyle yapılmış. Kilisenin içi de dışı gibi çok görkemli, ikonalar ve tavan süslemeleri güzel, çok kez bakım ve restorasyon geçirmiş. Selçuklu Belediyesi de güzel bir iş çıkarıp iyi bir çevre düzenlemesi ve restorasyon yaptırmış. İçeride sergilenen az sayıda eşya ve kilisenin bölümleri hakkında da açıklayıcı bilgiler var. Kiliseye giderseniz orgun kısa hikayesine göz atın.
Sille’yi gezmek kısa sürdüğü için başka nereyi gezebilirim derken, “Sille Baraj Parkı” tabelalarını gördüm ve merak ettim. Motosikleti alıp mezarlığın yanından çıkan dik ve iyi asfaltlı yoldan 2km kadar ilerleyip parka ulaştım.
Selçuklu Belediyesi Sille Baraj Gölü’nün etrafında çevre düzenlemesi yaparak burayı bir dinlenme ve mesire alanı olarak değerlendirmiş. Alanda restoran ve cafeler, hediyelik eşya dükkanları, piknik alanları, çocuk parkı, seyir terası vs var. Gölde kayıkla gezilebiliyormuş.
Park içerisinde biraz gezip dinlenip çay/sigara molasından sonra Konya merkeze dönüşe geçtim. Tabii ki dönüşü aynı yoldan yapmam beklenemezdi. Sille’nin üst mahallelerinden birinin dar sokaklarından başka bir köye geçtim, oradan da anayola bağlanarak Konya şehir merkezi keşmekeşine ulaştım. Konya’da navigasyon kullanmak işkence ile aynı anlamda. Navigasyon uygulaması sola dön dese de dönemiyorsunuz, ya yol yasak ya da kapalı. Özellikle Aladdin Tepesi’ne çıkan kollar karmaşık. Dümdüz bir arazide böyle bir yerleşim yapmakta büyük başarı aslında.
Şehir merkezine döndükten son ilk gezdiğim yer Atatürk Evi Müzesi oldu. Atamın Konya ziyaretlerinden birinde kaldığı ve kendisine hediye edilen bu konağın tapu kaydına sahibi olarak Atatürk yazılmış, 80’li yıllarda ise müze haline getirilmiş. 2 katlı bu konakta Atanın Konya ziyaretleri ile ilgili bilgiler, fotoğraflar, kıyafetler, ilk meclisteki Konya milletvekillerinin fotoğrafları gibi belgeler var. Müze ücretsiz, çok güzel de bir bahçesi var, yolunuz düşerse gezin.
Konya ziyaretimde en çok şaşırdığım şeylerden biri Arkeoloji Müzesi’nin binasının durumu oldu. İçerisindeki eserlere lafım yok, aralarında çok çok güzel lahit mezarlar var ama binanın durumu içler acısı bence. Konya gibi bir büyükşehir için yakışıksız.
Müzede en beğendiğim eserler lahitler, eski yemek aletleri, Çatalhöyük kazılarından çıkan eşyalar ve mezardaki iskeletler oldu. Bahçesinde de yine lahitler, mezar stelleri ve amforalar var. Umarım daha güzel bir binada daha fazla eserle birlikte sergilenirler.
Öğleden sonra yemek işini bir Konya klasiği ile çözmek için çok önerilen bir mekanda etli ekmek ile birlikte bıçak sırtı yedim, her ikisi de güzeldi ben çok beğendim. Akşama doğru otele döndüm, dinlenme, bolca çay, sonrasında her zamanki gibi biraz Instagram, biraz gezi notları ve erkenden uyku.
- Gün – Konya
Konya’da son günüm, sabah erkenden kahvaltı yapıp dışarı çıktım, önce Mevlana Müzesi. 2004 yılında bir tur organizasyonu ile Kapadokya gezisi dönüşü gezmiştik müzeyi. 18 yıl sonra o geziden aklımda bölük pörçük şeyler kalmış, onlardan biri medresenin camisinin yeşil külahı, o da bugün restorasyon sebebiyle örtülü durumda. Güzel bir fotoğraf yakalamak mümkün olmayacak. Tasavvuf konularına çok uzak olduğum için üstünkörü bir gezi oldu müzeye. Medresenin odalarını gezdim daha sonra da türbenin iç kısımlarını. Biraz da bahçede gezinip çıktım.
Mevlana Müzesi’nin yakınlarında İstiklal Savaşı Şehitleri Anıtı ve küçük müzesi var. Zamanım çok olduğu için anıt binanın etrafını ve içini gezdim. Belediye tarafından yaptırılmış bu binada Kurtuluş Savaşı’nda şehit olan Konya nüfusuna kayıtlı askerlerin nüfus ve askerlik bilgileri tüm duvarlara yazılmış. Müze ise, diorama adı verilen canlandırma sanatıyla maketten yapılmış. Maketlerle Kurtuluş Savaşı ve o dönemdeki köy hayatı canlandırılmış. Bu müzenin bir benzeri de İstanbul/Fatih civarında, orayı da gezmiştim.
Müzeden sonra Karatay Medresesi’ni ve İnce Minare Taş Eserler Müzesi’ni de gezdim. İnce Minare Müzesi’nde Selçuklu döneminden kalma taş baskılar, kitabeler, mezar taşları gibi eserler sergileniyor. Zaman varsa gezilebilir.
Sırada TV’lerde reklamı dönen “Konya Tropikal Kelebek Bahçesi” var. Şehir merkezinden 10km uzakta bulunan bahçenin içerisi sıcak ve nemli. Girdiğimde 28C sıcaklık ve %80 nem değerlerine sahip idi. Tek yön tasarlanmış bir yürüme yolunun her iki yanında tropikal bitkiler ve etrafta uçuşan bolca kelebek var. Ayrıca içeri de çocuklar için atölyeler, kelebekler hakkında biyolojik bilgiler, dünya üzerinden farklı kelebek örnekleri, sinevizyon gösterisi var. Farklı bir deneyim yaşamak için gidilebilir.
Kelebek bahçesinden çıktıktan sonra MTA Müzesi’ni bulmaya çalıştım ama sanırım öyle bir yer yoktu çünkü yerinde bir sitenin apartmanları vardı.
Öğleden sonra Konya’daki son gezi durağım olan merkezden 30km kadar uzakta, Selçuklular’ dan kalma İpekyolu’nun önemli kervansaraylarından olan Zazadin Han’a gittim. O kadar yol gitsem de boş bir kervansarayı gezmek için para istendiği için gezmedim. Görevlisiyle biraz sohbet ettik, hanın tarihinden ve Konya yöresindeki diğer önemli kervansaraylardan bahsettik.
Farklı bir yoldan Konya merkeze dönüp, Konya’nın en gelişmiş yerlerinden biri olan Meram civarında bir cafede yemek yedim ve kahve keyfi yaptım. Yorgun bir halde ve yanmış bir yüz ile otele döndüm biraz dinlendim.
Bu arada otelin bulunduğu bölgede tekel bayii bulmak zor oldu, belki ben göremedim yollarda, haritadan bulabildim. Bayiden bira alıp otele dönmek 2km sürdü.
Bira ve çerezimle bir süre takıldıktan sonra uyudum. Bir sonraki gün Kapadokya.
Be First to Comment