Sabah eşyaları düzenleme, kahvaltı filan derken Aydın’dan geç çıkabildim. Aydın-Çine yolunda kamyon sollamaktan bıkınca Karpuzlu’dan girip Yatağan’a geçmeye karar verdim. Karpuzlu tabelasının altında kahverengi Alinda yazısını da görünce planımda olmayan bu antik kenti de merak ettim. Karpuzlu’ya kadar kaliteli sayılabilecek asfalt bir yolda ilerleyip ilçenin tepelerinde bir yerlere doğru tırmanmaya başladım. Navigasyon farklı gösteriyordu tabelalar farklı. Tabelalara uyup tepedeki antik kente ulaştım.
Beni karşılayan güvenlik görevlisi sağolsun çok yararlı yürüyüş bilgileri verdi. Nasıl gezsem daha az yorulurum, nereleri görmem gerekli hepsini uzun uzun anlattı. Navigasyonun gösterdiği yer tepenin altında bulunan, şehrin stoasıymış. Görevli stoaya kadar inilebildiğini ama inersem tekrar zorlu bir tırmanış yapmak zorunda kalacağımı, stoayı gezmenin en mantıklı yolunun motosikletle ilçenin tepeye yakın mahallesine gidip oradan yürümek olduğunu anlattı. Kent tüm ovaya hakim bir tepeye kurulmuş, tüm Karpuzlu ayaklarınızın altında sayılır. Görevlinin anlattığı şekilde gezerek sırayla lahitleri, kentin surlarının ucundaki kuleyi sonra da tiyatroyu buldum. Kulenin bulunduğu alan artık ineklerin otladığı bir alan haline gelmiş, ben gidince rahatlarını bozdum biraz.
Tiyatroya ulaşıldığında da manzara müthişti ama tiyatro harap durumda. Sahnesinde ve oturma alanlarında ağaçlar yeşermiş, basamakların çoğu depremler sebebiyle kaymış. Tiyatroda biraz gezip fotoğraflar çektikten sonra görevlinin önerdiği gibi dönüşe geçtim, sonra da motosikletle ilçeye indim. Navigasyonun da yardımıyla stoaya en yakın sokakları buldum. Burası ilçenin en kenar mahallesi, tezek kokuları ile tarih yanyana. Evlerden birinin bahçesinin yanından, köpeğin havlamasını umursamadan (tabii zincirli olduğunu gördükten sonra) stoaya ulaşmaya çalıştım. Ama biraz yorgunluktan biraz da üşengeçlikten dolayı vazgeçip sadece aşağıdan fotoğrafladım. Üşenmesem belki de bu yapıyı çok daha güzel bir açıdan görecektim. Botlar, kalın motosiklet pantolonu, yorgunluk derken insan sıkılabiliyor bazen.
Yola tekrar koyulmasına koyuldum ama kamyonlardan sıkılıp girdiğim yol Karpuzlu’dan sonra hafriyat kamyonlarının çalışma alanı haline geldi. Karpuzlu – Milas arasındaki dağ yolu hem dar, hem bol inişli çıkışlı, hem tozlu, hem yeşil, hem manzaralı hem de bol kamyonlu oldu. Tam sürpriz yumurta. Zaman zaman hızım 30km/sa civarına kadar düştü. Yolun tam tepe noktalarından bir tanesinde Labranda antik kentine ulaştım. Daha doğrusu antik kentin buralarda olduğunu tahmin ediyordum ama yol üstünde olduğunu bilmiyordum. Google Maps’te antik kent ile ilgili okuduğum yorumlarda insanlar ulaşmanın zorlu olduğunu yazmışlardı, ben antik kentin dağ/tepe bir yerde olduğunu, yürümekle ulaşılamadığını düşünmüştüm. Sanırım dağ yolunun zorluğundan bahsediyorlardı.
Antik kentin girişinde bir gişe/kulübe var ama kimse yoktu, demir kapıyı aralayıp daldım. Kent bir dağ yamacında kurulmuş bir kutsal alan. Bilgilendirme panolarında yazdığı kadarıyla insanlar antik dönemlerde Milas’tan buraya yürür, buradaki tapınağa ve burada yaşayan din adamlarına ulaşırlarmış. Bu nedenle alanda daha çok tapınak, sunak gibi yapılar var, yaşam alanları, tiyatro, agora gibi yapılar bulunmuyor. Gezmesi oldukça kolaydı iyi ki yolumu değiştirip burayı da görebildim.
Labranda’yı da gezdikten sonra tekrar kamyon trafiğiyle birlikte Milas’a vardım ama Milas’ın sıcağı ve berbat asfaltı beni kendinden tiksindirdi hiç durmadım bile. Kasaba görünümlü bir şehirde bolca trafik ışığı, bolca şahin kullanan apaçi gördüm. Hiç dinlenmeden yönümü Yatağan’a çevirdim, hedef Stratonikeia. Milas-Yatağan yolu yükseklerden geçen bir yol, hava fazlasıyla serinledi, çok üşüyünce yazlık montun altına ince bir rüzgarlık giydim.
Stratonikeia, Yatağan’a bir kaç km uzakta bir kent. Gişeden geçtikten sonra hemen bir gariplik hissediyorsunuz, antik kent beklerken sizi bir cami ve bir Osmanlı hamamı karşılıyor. Bilgilendirme panolarını okuyunca Osmanlılardan önce Selçukluların da şehri antik kent üzerine kurdukları anlaşılıyor. Bu nedenle gezerken bir yandan da restore edilmekte olan bir Selçuklu/Osmanlı köyü geziyorsunuz. Bir taşla üç kuş gibi bir şey. Köy içindeki evler o dönemlerden kalma restore edilmiş evlermiş. Kentin bir ilginç yanı da devam eden kazı çalışmalarının neredeyse içine kadar girebilmeniz. Normalde izlemenize izin verilmez iken burada 3-4 metre kadar yanaşabiliyorsunuz.
Kentin harika bir tiyatrosu var ancak henüz tamamıyla gün yüzüne çıkarılabilmiş değil. Ben gittiğimde toprak kaldırma çalışmaları devam ediyordu. Her ne kadar tehlikeli olsa da bir yolunu bulup tiyatronun tepelerine çıkıp gezdim, tiyatronun tamamını yukarıdan gördüm ve fotoğraf çektim.
Kentin sütunlu caddesi ve caddenin başındaki tetrapropylon gün yüzüne çıkmış ve çok güzel görünüyor. Binalar henüz tam belirgin olmasa da Stratonikeia çok güzel bir kent.
Yatağan’dan geçip Marmaris’e ilerlerken fikir değiştirip daha önce görmediğim ve merak ettiğim Akyaka’da kalmaya karar verdim. Sakar virajları, mükemmel manzaralar ve Akyaka’dayım. Şehir içinde küçük bir tur, biraz alışveriş sonra da orman kampı.
Akyaka Orman Kampı, belediyenin işlettiği, orman içinde ve deniz kenarında harika bir kamp alanı. Alan, sanırım aileleri ayırabilmek için, çadırların büyüklüklerine göre ayrılmış, karavanlar için de ayrı yerler var. Çadır için ayrı, kişi için ayrı, araç için ayrı ücret alınıyor. Hem dinlenmek hem de çadır kurup kaldırmanın üşengeçliği ile 2 gece kalmaya karar verdim. Küçük çadırların olduğu yeşil alanlardan birine kuruldum, motosikleti de yanıma kadar getirdim. Otomobillerin alana girmesine izin yok 🙂 Kampın olumsuz yanlarından biri marketinin kapalı olması idi, ihtiyaçları önceden karşılamak gerekiyor.
Çadırı kurup yerleştikten sonra yemek ve alışveriş için Akyaka sahile gittim, yaklaşık 2km. Sahilde sulu yemek yapan restoranlardan bir tanesini denedim, pilav dışında her şey lezzetliydi. Yemekten sonra marketten bira ve çerez alıp kamp alanına döndüm, çadırımın önünde biramı içip hava kararıncaya kadar kitap okudum sonra da dinlenmeye çekildim. Olumsuz gördüğüm şeylerden biri de elektrik verilmemesi, aslında her çadıra kadar gelen sigorta ve priz panoları var ama nedense karavanlar dışında kimseye elektrik sağlanmıyordu. 2 telefon, 1 fotoğraf makinası, 1 GoPro, 2 taşınabilir batarya ve elektronik sigara, hepsi şarj edilmeyi bekleyecek.
Sabah çadırın içinde bugün ne yapsam fikirleriyle döndüm durdum. Planım dahilinde en yakında Marmaris’in Turunç koyundaki Amos antik kenti var. Geçen yıl bu bölgedeki orman yangınları sırasında alevlerin antik kente kadar ulaştığı biliniyordu. Ayrıca antik kentin manzarasının çok güzel olduğunu burada fotoğraf çekerek yayınlayan Instagram kullanıcılarından dolayı biliyordum.
Amos ‘a ulaşmak kolay değil, önce Marmaris virajları daha sonra ise daha yüksek ve daha zor olan Turunç virajları. Turunç civarında yangınlardan dolayı oluşan zararı gördükçe içim acıdı. Yangınlar yerleşim birimlerine hatta bir benzin istasyonuna o kadar yaklaşmış ki bir noktada yangını ayıran şey karayolu olmuş. Virajlardan inerken Turunç manzaraları harika! İnsan her noktada durup, oturup izlemek istiyor. Turunç içinden geçtikten sonra bir kaç koy sonra ise Amos’ un bulunduğu tepeye ulaşılıyor.
Amos çok küçük bir yerleşim. Tiyatrosu ve seyir tepesi dışında görülecek pek bir şey yok, tiyatro da aslında tamamen yıkılmış sadece tiyatro olduğu anlaşılıyor. Ama sadece kentin manzarası için bile gidilir, gezilir. Gezi tekneleri genelde Amos’un olduğu burunun etrafındaki 2 koya demirliyor, Amos veya Kumlubük.
Yine zorlu yollardan Akyaka’ya döndüm, akşam yemeği bu kez başka restoranda. Sonra yine bira, çadır, kitap, uyku, istiklal marşı ve kapanış. Sabah Datça yolları.
Be First to Comment