Otel odamızdaki yatakların çok rahat olmasından ve bizim de çok yorgun olmamızdan dolayı sanırım Brüksel’deki ilk sabah geç kalktık. Otel kahvaltı vermediği için kahvaltıyı dışarda yapmak için hazırlanıp çıktık. Otelden çıkınca hemen yakındaki Boulevard Anspach üzerinde bulunan Paul‘e girdik ve kahvaltı için kruvasan ve börek benzeri bir şeyler alıp oturduk, içecek olarakta kahve. Paul başarılı bir pastane/fırın zinciri. Türkiye’deki şubelerindeki fiyatların oldukça yüksek olduğunu hatırlıyorum.
Kahvaltıdan sonra bulvarda yürürken bir turist danışma noktasından 1 euro karşılığında bir şehir haritası alıp, danışmandan haritamıza işaretlediği gezilmesi önerilen noktalarla ilgili bilgi aldık. Bulvarın souna kadar yürüdükten sonra haritamızdaki ilk nokta olan Place du Jeu de Balle isimli meydanda her sabah kurulan bit pazarı Vlooienmarkt ‘a uğradık. Küçük bir meydan da daha çok siyahi satıcı ellerindeki eski/antika eşyaları, kullanılmış giysileri satmaya çalışıyordu. Biraz gezindikten sonra Palais de Justice (Adalet Sarayı) binasına doğru yürümeye başladık. Brüksel sokaklarında sürprizlerle karşılaşmanız olası. Örneğin şunlar gibi:
Adalet Sarayı binasının olduğu meydana, bizim geldiğimiz caddeden asansörle çıkılıyormuş, İzmir’deki asansör gibi ancak daha modern ve teknolojik. Açıkçası bir anlamı yok Brüksel’dekinin. İzmir’deki gibi tarihi özelliği ve çekiciliği de yok. Adalet Sarayı oldukça büyük bir bina, biz gördğümüz sırada meydana bakan cephesinde bakım çalışması vardı. Meydandan Brüksel manzarası izlenebiliyor ama pek önereceğimi sanmam. Brüksel’in yüksek binalarını görmek isterseniz o başka. Şu ana kadar gittiğim tüm Avrupa şehirlerinde manzara genelde güzeldi, Brüksel ise tam bir başarısızlık eğer Adalet Sarayı meydanından görülene manzara diyorlarsa. Rumelihisarı’nın manzarasını gördükten sonra böyle geliyor da olabilir bana. Meydanda biraz bankta oturup çantamızdan çıkardığımız biralarımızı içtik. Daha sonra tekrar yürümeye koyulduk.
Adalet Sarayı’nın olduğu meydandan yukarı doğru yürüyüp şehrin büyük ve zengin bulvarlarından biri olan Boulevard de Waterloolaan bulvarına çıktık. Bulvarın her iki yanında dünyaca ünlü, pahalı markalarının mağazaları sıralanmış durumda. Bize bir anlam ifade etmediği için yanlarından öylece geçiyoruz. Karşıya geçip Portede Namur (Naamsepoort) metro istasyonunun yanındaki caddedeki mağazalara ve açıktığımız için restoranlara bakıyoruz. Bu arada kız arkadaşımın kolundaki çantası içine koyduğu 1,5 lt su vb ağırlıklardan dolayı hasar gördüğü için ona yol üzerindeki H&M mağazasından bir çanta alıyoruz. Çantanın fiyatı 25 euro, ki tahminen aynı çanta İstanbul şubesinde 100-120 TL civarına satılıyor.
Alışveriş sonrası açlığımızı Waterloo Bulvarı üzerindeki Foodmaker isimli bir fastfood dükkanında bastırıyoruz. Genelde sebze çorbası, sandviç, salata ve meyve suyu satan bir yer. İkimiz farklı birer sandviç ve portakal suyu aldık. Portakal suyunu kendiniz sıkıyorsunuz otomatik sıkma makinasında, fiyatlandırma da doldurduğunuz şişenin boyutuna göre yapılıyor. 250ml 1,5 euro, 500ml 2,5 euro. (Ücretsiz kablosuz internet var ama hiç bir yere bağlanamıyor, interneti de H&M yanındaki McDonald’s tan kullandık 🙂 ) Foodmaker’a toplam 13,5 euro ödeyip çıkıyoruz. Kendi seçtiğim sandviçi beğenmediğim için kız arkadaşımın sandviçine salça oldum.
Yemekten sonra yaklaşık bir metro istasyonu uzaklıktaki Koninklijk Paleis (Palais Royal – Kraliyet Sarayı) ‘ya yürüdük, arka kapıya ulatığımızda kapıdaki güvenlik görevlisi sarayın kapalı olduğunu, ön taraftaki küçük bahçeye girebileceğimizi söyledi. Saray Mayıs ayında büyük tören ve gösterilere sahne oluyormuş. Kraliyet sarayına giremeyip, sarayın önündeki meydandan ve küçük bahçeden aşağıdaki fotoğrafı çektik.
Koninklijk Paleis / Palais Royal / Kraliyet Sarayı
Sıcaktan ve yorgunluktan bitap düşünce otele dönmek için en yakın metro istasyon olan Parc/Park metro istasyonuna yürüdük, 1 numaralı hatta binip otelimizin hemen arkasındaki Ste-Katherine istasyonunda indik. Otele dönünce 1-2 saat uyuyup tekrar çıkmaya karar verdik.
Dinlendikten sonraki durağımız Brüksel’in ikonik yapılarından biri olan Atomium adlı müze. Müzeye ulaşmak için otelimizin arkasındaki Ste-Katherine istasyonundan 1 numaralı hatta binip Beekkant istasyonunda 6 numaralı hatta aktarma yapıp Heizel/Heysel istasyonunda iniyoruz. İstasyondan müzeye 200 metre kadar bir yürüme mesafesi var. Yürürken binayı uzaktan görüp fotoğraf çektik. Bina 1958 yılındaki Expo fuarı için yapılmış daha sonra 2000’li yıllarda modern teknoloji ile tekrar düzenlenmiş. Atomium paslanmaz çelikten yapılmış 8 küreden oluşuyor ve kürelerin bazıları arasında merdiven veya yürüyen merdivenlerle geçiş sağlanmış, 8 küreden 5 tanesi de gezilebiliyor. Küreler içinde farklı konularda bilimsel bilgiler, Atomium’un tasarım ve inşaat aşamalarının fotoğrafları, video-ışık gösterileri sergileniyor. Gezmesi oldukça zevkli bu müzeye giriş ücreti 11 euro. Biz o gün giriş yapan son kişilerdik, son giriş 17:30′ da.
Dönüşte yine 6 numaralı hatla Beekkant istasyonuna geçip, 1 numaralı hatta transfer olup bu kez Gare de Centrale/Centraal Station (Merkez istasyon) da iniyoruz, çünkü hedefimiz yemek yemek için Brüksel’in turistik kalbi Grand-Place/Grote Markt meydanı, ama asıl hedefimiz ise bloglarda okuyup araştırdığımız Chez Leon 1893 isimli restoran. Dışarıdan küçük görünüyor ama meğer 3 katlıymış ve 2 binayı neredeyse kaplıyormuş, el yıkamak için lavabo ararken kaybolunca bunu hemen farkediyorsunuz. O kadar büyük turist kalabalığının içinde boş bir masayı kapıp sipariş için uzun uzun bekledik. Garsonumuz Tony uzun bir bekleyişten sonra bize hazır menülerden birini öneriyor, büyük bir tencere naturel, kaynamış midye, patates, bira ve ne olduğunu şu an hatırlamadığım ama tadı harika olan bir şey 🙂 Midye oldukça güzel, patates sosu oldukça başarılı, bira ise mükemmel bana göre. Restoranın bulunduğu sokak en işlek sokaklardan, Nevizade benzeri bir sokak. Bulgar ya da Macar oldukları hemen belli olan bir sokak müzisyen grubu insanları eğlendiriyor. Garsonumuz Tony için İtalyan mı derken Fas’lı olduğunu öğrendik, Türk olduğumuzu öğrenince bir kaç kelime Türkçe konuştu, istediği zaman İtalyan, istediği zaman İspanyol olduğunu söyledi 🙂 Chez Leon’da hesap 40 euro geldi.
Sıra geldi gecenin en eğlenceli mekanlarından birine. (Belçika dünyada en fazla çeşit bira üreten ülkelerden biri. Market raflarında bile çok sayıda farklı bira çeşidi/markası var. Bizdeki gibi Efes/Tuborg ikilisinden birini seçme gibi bir mahkumiyetiniz yok! Neyse ki şu sıralar farklı uluslararası bira çeşitleri gelmeye başladı ama onlar da normalden pahalı satılıyor. Yine Efes, Bomonti, Tuborg içelim diye yapıyorlar herhalde.)
Bira denemek için Grote Markt içindeki Delirium Village isimli pub/bar hemen yan sokakta, hemen bulduk. Daha girişte bile büyük bir kalabalık var, ellerinde biralarıyla sokakta sohbet ediyorlar. İçeri girince büyük bir bar sizi karşılıyor, barda yüzlerce şişe ve renk cümbüşü var. Hemen oturup önümüzdeki listeden, bilmediğimiz ne bira varsa sipariş ettik tek tek. Kız arkadaşıma yine Kriek ısmarladım, ben ise -dark veya blond farketmiyor- her seferinde farklı biralardan denedim. Gecenin sonunda çokça bira içmemize rağmen yaklaşık 30 euro gibi para harcamış olduk. Eğer siz de benim gibi bir bira seven iseniz mutlaka gidip farklı biraları denemelisiniz. Kargadan başka kuş tanımayan bizim insanımız içtiğimiz acı birayı sert zannediyor oysa alkol oranı sadece %4, orta sertlikte. Brüksel ‘de ise her sertlikte bira bulmak mümkün. Mutlaka deneyin.
Delirium Village
Delirium Village
Yeterince bira içtikten sonra yürüyerek otelimize döndük. Telefonlarımızın alarmını sabah erken kalkmak için ayarladıktan sonra, sanırım biraların etkisiyle, hemen uyumuşuz. Bir sonraki gün Lüksemburg’u gezeceğimiz için erkenden kalkmalıyız.
1. Gün Brugge
2. Gün Brugge
3. Gün Ghent
4. Gün Brüksel
5. Gün Lüksemburg
6. Gün Prag
7. Gün Prag
8. Gün Prag
Be First to Comment