Kırklareli – Edirne arası 60km’lik kısa mesafe olsa da yolun bir kısmında yol yapım çalışması devam ettiği için yolculuk normalden uzun sürdü, yollar da hafriyat kamyonu dolu idi. Yolda rüzgardan ve trafikten yorulunca bir akaryakıt istasyonunda mola verdim. İşte tam bu noktada bir hata yaparak otoyola girdim, saçma bir şekilde yaklaşık 30km kadar bol rüzgarlı otoyolda sürdüm, aşırı zevksizdi. Otoyol daha da rüzgarlı idi bu arada.
Edirne şehir içinde yol bulmayı navigasyona bıraktım ama yurdum inşaat sektörünü göz ardı etmişim. Kalacak yer olarak ilk seçeneğim öğretmenevi idi ama bulması problemli oldu. Haritadan bakıldığında saçma bir ara sokakta görünen öğretmenevinin sokağını bulmak ayrı bir dert iken, ortada bir bina yoktu. Sokağa giren taksiciye sorduğumda binayı yıktıklarını acı bir tecrübeyle öğrenmiş oldum. Aramalarım boşa çıkınca daha önceki Edirne ziyaretimde kaldığım Maarif Caddesi’ne yöneldim. Burası şehir merkezine çok yakın, otel ve restoranlarla dolu bir bölge. Motosikleti caddenin başına bırakıp otellere tek tek fiyat sordum, bir tanesinin müşteri profilini beğenmedim, 1-2 tanesi sanırım iflas etmişti çünkü kapalıydı, bir tanesi de butik ve az odalı olduğu için doluydu. Sonunda kapalı garajları olduğunu söyleyen 3 yıldızlı bir otelle 2 gece için anlaştım. Sağolsunlar kapalı garajlarının kilitli olan kısmını bana açtılar, motosikleti oraya bıraktım 2 gün boyunca. Eşyaları indirdikten sonra gönlüm rahat bir şekilde odama çıkarıp dinlenmeye çekildim 1-2 saatliğine.
Dinlenme sonrasında saat 17:00 civarı olduğu için çıkıp şehirde açıkhavada gezebileceğim yerleri gezmeye başladım. Otelin olduğu bölge şehir merkezinde olduğu için gezebileceğim yer yere yürüyerek gittim. Üç minareli caminin avlusunda ve etrafında gezdim, kenarda öksüz kalmış Makedon Kulesi’ni fotoğrafladım.
Bu arada bu bölge Suriçi olarak isimlendiriliyor. Edirne’nin fethi sırasında bu bölge savaşmadan teslim alındığı için eski konaklar, evler eski haliyle duruyor. Aralarında çok güzel Musevi mimarisinde konaklar var. Bazıları yıkılmış ya da yanmış maalesef.
Hava kararıp karnım da acıkınca otelin bulunduğu caddeye açılan sokakların birinin köşesinde ünlü bir ciğerciye gittim. Kapısında sıra oluşan ve yer bulması zor bir mekan. Ciğer ve cacık ikilisiyle karnımı doyurup daha sonra bir sokak paralelindeki bir bara oturdum, kendime bira söyleyip bir sonraki gün gezeceğim yerleri inceledim. Canlı müzikte başladı ancak ben yorgunluktan dolayı çok uzun süre oturamadım, otele dönüp uyudum.
Sabah erken kalkıp açık büfemsi görünen zayıf ama idare eder kahvaltıdan sonra caddenin sonundaki Büyük Sinagog’u gezmeye gittim ancak Pazartesi olduğu için kapalıydı, aynı yolu tersine yürüyerek bu kez de Selimiye’ye doğru yola çıktım. Bu arada 30 Ağustos geçit törenleri devam ediyordu. COVID19 yüzünden çok fazla kalabalık ortamlara girmeden Selimiye’nin avlusunu, arastasını, caminin içini gezdim. Selimiye’yi daha önce de gezmiştim, o yüzden çok oyalanmadan caminin hemen arkasındaki Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’ne gittim. Müze, Edirne gibi bir şehir için oldukça küçük geldi bana. Müzeyi gezip daha sonra Selimiye Arastası ‘ndan geçerken kendime magnet aldım, sonra da sıcaktan bayılmış bir şekilde otele döndüm.
Öğleden sonra bu kez motosikleti alıp şehrin farklı köşelerindeki yerleri gezmeye çıktım. Önce Bulgar Kilisesi olarak bilinen Sveti Georgi Kilisesi’ni buldum ancak maalesef şansıma kapalı idi, sanırım 30 Ağustos tatili sebebiyle kapalı idi. Gezemediğim için dışarıdan fotoğraf çekmekle yetinebildim.
Kiliseyi gezemeyince yakınlardaki Şükrü Paşa Anıtı’nı bulmaya çalıştım. Bulmaya çalıştım diyorum çünkü yolu bir garipti. Yollar zaten delik deşik, kazılmış ama kapatılmamış kanallarla dolu idi. Anıtı bulmaya çalışırken çıkmaz bir yokuşa ve kapalı bir askeri alanın nizamiyesine denk geldim ve U dönüşü yaptım. Burada hata yapıp nizamiyeye gidip ne oluyo la burada demediğime yanıyorum meğer anıtın olduğu bölgeye girmek için nizamiyede aracı parkedip kimlik teslim edilerek girilebiliyormuş öğrendiğim kadarıyla. Hayır arkamdaki arabaya da yazık oldu, ben U dönüşü yapınca onlar da geri geri aşağıya kadar gittiler :))
Edirne’yi gezememe çalışmamda bir sonraki durak Sarayiçi mahallesindeki II. Bayezid Külliyesi içindeki Osmanlı Sağlık Müzesi oldu. Müze Trakya Üniversitesi tarafından hazırlanmış ve ücretli. 10-15 civarında odadan oluşan müzenin her odasında farklı tasarımlarla Osmanlı dönemindeki sağlık hizmetleri, hastalık tedavileri, malzemeler, görevliler, cerrahi aletler, çizimler vs tanıtılıyor. Müze genel olarak başarılı ve eğitici, ve ilginç. Özellikle küçük cerrahi müdahaleler için kullanılan aletler ilgi çekici geldi.
Sağlık müzesi için alınan biletle yine külliye içerisindeki İmaret müzesi de gezilebiliyor. Tek salondan oluşan bu küçük müzede Osmanlı döneminde önemli bir sosyal kurum olan imaretler hakkında genel bilgiler, çalışan görevliler hakkında bilgiler, günlük olarak harcanan malzemelere ait istatistikler, kullanılan kap kaçaklar vs sunuluyor. Merak edip gezilebilir.
Sağlık müzesini de gezdikten sonra günün son müzesi Karaağaç Lozan Müzesi oldu. Türkiye-Yunanistan sınırındaki kasabasında bulunan Trakya Üniversitesi Rektörlüğü bahçesindeki oldukça küçük, düzenli, tanıtıcı 2 katlı müze ücretsiz olarak gezilebiliyor. Müzenin duvarlarındaki yazılarda Lozan’a kadar olan sürede Osmanlı/Türk tarihine genel bir bakış yapılmış, Sevr ve Mondros anlaşmalarının etkileri ve Lozan öncesi siyasi sorunlar anlatılmış, antlaşma ve antlaşma heyeti hakkında bilgiler verilmiş. Antlaşmanın maddelerinin açıklamaları, Lozan sonrası gelişmeler, etkileri de ayrıca sunulmuş. Kurtuluş savaşı sonrasındaki siyasi hayatımıza güzel bir bakış yapılmış.
Müzenin tam karşısındaki, mimarı olarak öldükça güzel ve heybetli bir bina olan eski Karaağaç tren istasyonu bugün Trakya Üniversitesi tarafından rektörlük binası olarak kullanılıyor. Binanın arkasında eski bir buharlı lokomotif aktif olmayan bir ray parçası üzerinde sergileniyor. Yine rektörlük bahçesinde Lozan Antlaşması Anıtı yer alıyor.
Anıtı, müze binasını, lokomotifi ve rektörlük binasını fotoğrafladıktan sonra dinlenmek için bahçenin hemen dışındaki kafelerden birinde oturdum. Karaağaç’ta üçokça kafe var, bazılarında tavla ve kağıt oynanıyor. Ben oturup kahve içip puro keyfi yaptım. Karaağaç’a gelirken yeni yapılan yolu ve köprüyü kullanmıştım, dönerken eski köprüyü kullanayım fotoğraf çekerim diyerek oraya doğru yöneldim. Ancak kasabadan köprüye kadar olan 1-1,5kmlik taş döşeli yol scooter için tam eziyet, inanılmaz iğrenç zıplayarak gitmek zorunda kaldım. Şehir yollarını sadece otomobiller için tasarlayan zihniyetin bir ürünü bu yol, başka anlamı yok. Zaten Edirne şehiriçi yolları için iyi şeyler söyleyemeyeceğim, çoğu anlamsız şekilde bozuk, tozlu, abuk sabuk yerlere çıkıyor.
Köprü girişinde belediyenin işlettiği bir kafeterya var, burası Meriç nehrine bakan, Meriç köprüsünü en iyi gören yer olabilir. Buradan bir kaç fotoğraf çekip köprüden geçtim, geçerken de gözüm köprü çıkışında sağ taraftaki öğretmenevi sosyal tesisleri tabelasına takıldı, acaba tesislerde otel var mıydı ??
Şehre dönüp motosikleti garaja bıraktıktan sonra akşam yemeği için dışarı çarşıya çıktım. Otelin hemen yan tarafındaki Alıpaşa arastasından geçip trafiğe kapalı olan çarşıya girdim. Burada bir esnaf lokantasına girip her zamanki gibi paça çorbası, tavuk ve cacık siparişi verdim. Paça fena değildi, tavuk iyi değildi ama cacık efsane idi. Edirne’nin en sevdiğim şeyi yoğurdu muhtemelen. Yemek sonrası çarşıda biraz dolaşayım derken gök gürlemeye ve yağmur çiselemeye başladı ben de bir gün önce bira içtiğim barın yanındaki kafeye girdim. Burada bir kahve ve puro keyfi yaptıktan sonra yorgun ve ayakları şişmiş olarak otelime döndüm. Akşamdan eşyalarımı toparladım biraz kitap okuyup biraz da gezi notları yazdım, sonra da klimayı açıp derin bir uykuya daldım.
Sabah yola çıkmadan önce aklıma geldi, caddenin sonundaki sinagoga gittim açılmıştır diye, bu kez şanslıydım gezebildim.
Be First to Comment